Uygulama ile Aç

Bölüm 1: Ergenekon Destanı ve Türkiye'nin teknolojik atılımı

Ergenekon Destanı ve teknolojiyi bir araya getirmek zor olsa da altında yatanlar irdelenmeye değer. Birkaç bölüm sürecek yazı serimizde Ergenekon’dan başlayıp Türkiye ve uzay hedeflerine değineceğiz.

Türk tarihi ve mitolojisi için çok derin bir yere sahip olan Ergenekon Destanı, temelinde bir türeyişi, güç toplamayı ve yeniden doğuşu ifade ediyor. Binlerce yıl önce, Türkler, düşmanlarının baskıları altında zor durumda kalmış, ancak Ergenekon adı verilen dar bir vadide, kurtuluşlarını sağlayacak bir çözüm bulmuşlardı. Günümüzde, teknolojinin hızla evrildiği bir dönemde bu destan bir kez daha ulvi bir anlam kazanıyor.

Ergenekon Destanı

Ergenekon Destanı'nın temsil ettiği yeniden doğuş ve güçlenme, günümüzde de geçerliliğini koruyor. Bilmeyenler için Ergenekon Destanı, Göktürklerin yeniden doğuşuna ilişkin bir hikayedir.

Anlatıya göre, Moğol ilinde Oğuz Han soyundan İl Han'ın hükümdarlığı sırasında Tatarların hükümdarı Sevinç Han, Moğol ülkesine savaş açtı ve İl Han'ın idaresindeki orduyu Kırgızlar ve diğer boylardan da yardım alarak yendi. İl Han'ın ülkesindeki herkesi öldürdüler. Yalnız İl Han'ın küçük oğlu Kıyan, eşi Nüküz ve yeğeni ile kaçıp kurtulmayı başardılar. Düşmanın onları bulamayacağı bir yere gitmekten başka çareleri yoktu.

Yabani koyunların yürüdüğü bir yolu izleyerek yüksek bir dağda son derece dar bir geçide varmış ve bu geçitten geçtikten sonra içerde akarsuların, pınarların, farklı bitki ve çalıların, meyve ağaçlarının bulunduğu bir alana varmışlar. Dağın doruğunda bulunan bu yere, dağın kemeri anlamına gelen “Ergene” kelimesini aynı zamanda dik anlamına gelen “kon” kelimesini birleştirerek “Ergenekon” adını vermişler. Zamanla Kıyan ve Nüküz'ün oğulları çoğalarak bir topluluk oluştururlar. Aradan geçen 400 yılın ardından Ergenekon’da o kadar büyük bir topluluk oluşur ki bu bölgeye sığamaz olurlar.

Atalarının buraya geldiği geçidin unutulması da durumu daha da zorlaştırır. Binlercesi Ergenekon'un çevresindeki dağlarda geçit aradılar ancak ne kadar arasalar da bulamadılar. Geçit bulamayan Göktürkler boy içinde bulunan demircinin teklifi üzerine dağın demir kısmını eritebilecekleri konusunda hemfikir olurlar. Demirin bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür dizdiler ve ateşi yaktılar. Yetmiş yere koydukları yetmiş körükle hep birden körüklediler. Demir eridi, yüklü bir deve geçecek kadar yer açıldı. İl Han'ın soyundan gelen Türkler yeniden güçlenmiş olarak eski yurtlarına döndüler, atalarının intikamını aldılar. Ergenekon'dan çıktıkları gün olan 21 Mart'ı her yıl bayram yaptılar. Ergenekon Destanı yeniden özgür olma ve Baharın Bayramı olarak halen 21 Mart gününde kutlanır.

Türkiye

Bugün, Türkiye ve Türkler, bu destanın güçlü sembolizmini modern çağın teknolojik gelişmeleriyle birleştiriyorlar. Türkiye, tarih boyunca yaşadığı zorlukları aşarak teknolojide de kendine sağlam bir yer edinmeyi hedefliyor. Muasır medeniyetlerin üstüne çıkmak Ergenekon’un bir gerekliliği. Bu teknoloji haberinde, Ergenekon Destanı'nı ilham kaynağı olarak alarak, teknoloji ve bilimin Türkiye’deki yolculuğuna değineceğiz.

17. yüzyıl itibarıyla Osmanlı ve Türkler, matematik, astronomi ve felsefe gibi bilimsel alanlarda hem batının hem de doğunun gerisinde kalmıştı. Bilim ve teknoloji ışığında Osmanlının çevresi ilerlerken görünmeyen sıradağlar ülkenin etrafını sarıyordu. Nitekim onlarca farklı cephede yapılan savaşlar, kaybedilen topraklar ve son bir direniş neticesinde elde tutulan 783.562 km² yüzölçümüne sahip bugünkü Türkiye ortaya çıktı. Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte hedef en başından belliydi: Muasır medeniyet seviyesinin üstü.

Dünya’da bilim ve teknoloji politikası kararları II. Dünya Savaşı ve sonrasındaki Soğuk Savaş döneminde alınmış olsa da Türkiye’de ise bilim ve teknoloji politikalarının uygulamaları 1960’larda başladı. Ancak daha önce Cumhuriyet’in ilk yıllarında gerekli ekonomik kalkınma ve kültürel gelişmede bilim ve teknolojinin kullanılması, ülkenin tüm meselelerine karşı bütüncül bir bilimsel tutum benimsemesine yol açmıştı. Nasıl açmasın ki? Bu son derece zaruriydi.

Kurtuluş Savaşı mücadelesinin galibi Türkiye, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet ilan edildiğinde; kaynaklar bakımından tükenmiş, fakir, ilkel tarım yapan bir ülkeydi. Ülkeyi kalkındıracak ve bilim anlayışını yeşertecek kadrolar şehit düşmüş ve bunlar Cumhuriyet’in ilk yıllarında bilgi ve bilime olan ihtiyacı doruk noktaya çıkarmıştı. Sağlam bir temelin olmayışı, daha doğrusu teknolojik bilginin olmayışı bizi, bizim gibi kaybeden ülkelerden (Almanya, Japonya vb.) ayırıyordu. Onlar teknolojik bilgi ile ülkenin yeniden inşasını yaparken bizim atmamız gereken adımlar vardı.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bilim anlayışını “Cumhuriyet’in Bilim ve Teknoloji Politikası” makalesini kaleme alan Cemre Uğural şu sözlerle anlatıyor:

“Genel olarak Cumhuriyet’in ilanını takip eden süreçte devletin bilim ile olan ilişkisi birbirine paralel iki boyutta şekillendi diyebiliriz:

Birincisi, Türk toplumunun ihtiyacı olan ekonomik kalkınmada bilim ve teknolojiyi yakından takip edecek sanayileşme politikalarının oluşturulmasıydı.

İkincisi, Türk toplumunu akla ve bilimsel düşünceye dayalı çağdaş yaşam çatısı altında bütünleştirecek ve milli kültür, dil ve tarih gibi değerleri ön plana çıkaracak toplumsal reformların gerçekleştirilmesiydi.”

1924’te Tevhid-i Tedrisat ile milli ve çağdaş eğitim sisteminin önü açıldı. Üniversitelerde açılan fen ve mühendislik fakülteleri sonraki yıllarda bilim ve teknoloji alanında rol alacak kadroların altyapısını oluşturdu. Cumhuriyetin ilk yıllarında kamu sektöründe kazanılan birikimler, gelecek yıllarda oluşacak özel sektörün ortaya çıkışına zemin hazırladı.

1923-1929 arası dönem

Cumhuriyet’in ilan edildiği 1923 yılı itibariyle ülkede bilim ve teknoloji üretimini gerçekleştirecek bilim ortamı yoktu. Ekonomik gelişmenin sağlanmasında önemli bir yer tutan demir, çelik ve “üç beyazlar” olarak bilinen şeker, un ve pamuklu üretimi bile ülkede henüz başlamış değildi.

Bu doğrultuda Cumhuriyet’in mevcut ekonomi durumunu incelemek üzere 1923 İzmir İktisat Kongresi düzenlendi. Kongrede sanayileşme için yeterli sermaye birikiminin olmaması, sanayi tesislerini işletecek teknik eleman ve teknolojinin yetersizliği gibi sorunlara değinilerek bu alanlara yönelik yeni bir ekonomi modelinin belirlenmesi kararlaştırıldı. Atatürk de kongrede yaptığı konuşmada askeri zaferin ekonomik zaferi izlemesi gerektiğini, çağın bir iktisat çağı olduğunu, bu yüzden de ülkede çok sayıda fabrika kurulması ve buralarda Türk işçilerin çalıştırılması gerektiğini ifade etti.

İzmir İktisat Kongresi’ni takiben sanayiden yoksun ekonomiye alt yapı sağlaması ve maden sektörünün geliştirilmesi için Zonguldak Maden ve Sanayi Mühendis Mektebi açıldı. 1925’te Kayseri Tayyare Fabrikası, 1926’da Ankara Çimento Fabrikası kuruldu. Bu esnada Türkiye İş Bankası kurularak özel sektöre kredi sağlandı. İş Bankası’nın kredi desteği ile 1926’da Alpullu ve Uşak Şeker Fabrikaları açıldı. 1929’da ise Zeytinburnu-Arslan ve Kartal-Yunus Çimento fabrikaları faaliyete başladı.

1930-1950 arası dönem

1929'da başlayan (etkilerini ancak 1930 yılının sonlarında tam anlamıyla hissettiren) Dünya Ekonomik krizi şartlarında Türkiye, sanayileşmede önemli adımlar attı. Bu dönemde Birinci ve İkinci Beş Yıllık Sanayi Planları hazırlandı. Birinci planla dokumacılık, madencilik, kâğıt, seramik ve kimya sanayiini geliştirmeyi hedeflendi. İlk çelik fabrikası ise 1932’de Kırıkkale’de Askeri Fabrikalar Genel Müdürlüğüne bağlı olarak kuruldu. Daha sonra 1937’de Karabük’te de Karabük Demir Çelik Fabrikası kuruldu. Karabük Demir-Çelik Fabrikası, Sovyet Rusya ile Türkiye arasında makine ithalatının başlamasıyla elde edilen teknoloji transferiyle kuruldu.

Bu dönemde öğrenciler yurtdışına gönderilerken uzmanlar da ülkeye getirilmişti. Ancak henüz yeterli sanayi alt yapısı oluşturulamaması ve yatırım alanlarındaki mühendis sayısının azlığı nedeniyle sanayi tesislerinin birçoğu “anahtar teslimi” şeklinde yabancıların bilgi ve tecrübesiyle kurulmuştu.

İkinci plan döneminde ise ağır sanayiye, demir ve çeliğe, ulaşıma ağırlık verilmişti. Atatürk’ün “İstikbal göklerdedir” sözüyle ifade ettiği göklere hâkim olma düşüncesi 20. yüzyıl ülkelerinin gelişmişlik düzeyini belirleyen önemli ölçütlerden biriydi. Bu nedenle havacılık sanayiinin geliştirilmesi genç Cumhuriyet için oldukça önemliydi.

1926’da ilk uçak fabrikası kuruldu

Cumhuriyet tarihinin ilk havacılık deneyimi 1925’te Türk Tayyare Cemiyeti’nin açılması olurken ardından 1926’da Tayyare Makinist Mektebi ve TOMTAŞ Uçak Fabrikası kurulmuştu. Bireysel havacılığın gelişmesinde ise pilot Vecihi Hürkuş ve Nuri Demirağ’ın önemli katkıları olmuştur. Vecihi Hürkuş, 1931’de kendi atölyesini açarak “Vecihi XIV”ü üretmişti.

Nuri Demirağ da Selahattin Reşit Alan ve Alman uzmanların yardımıyla 1937’de Beşiktaş-Hayrettin İskelesi’nde bir etüt atölyesi ile 1941’de Sivas Divriği’de Gök Uçuş Okulu’nu açmış ve fabrikalarında 1936-1942 yılları arasında NuD-36 ile NuD-38 tipi yerli uçakları üretmişti. Diğer uçak sanayii tesisleri ise 1939’da kurulan Ankara’da Etimesgut Uçak Fabrikası ile 1941’te kurulan Gazi Uçak Fabrikası tesisleri olmuştu. Bu bölümde uçak üretimine ilişkin pek çok bilimsel proje hazırlanmıştı. Ayrıca fabrikada üretilen THK-5 modeli ise Danimarka’ya ihraç edilmişti.

Ancak bu hızlı yükseliş Soğuk Savaş dönemi sırasında, ABD’nin Marshall Yardımları sonrasında ve ikili ilişkilerin gelişmesi akabinde uzakta parlayan bir yıldız gibi sönük kalmaya başladı. Özellikle havacılık endüstrimiz bu durumdan çok ağır bir darbe aldı. Üretim kesildi, fabrikalar iflas etti ve milli yatırım ne yazık ki bir nevi boşa gitti. Türk havacılık tarihi esasında başlı başına bir dosya konusu olmaya değer.

Öte yandan Türkiye’de bilim ve teknoloji politikalarının akademik boyutlu ve çok yönlü bilimsel araştırmalar şeklinde planlanması ilk olarak 1960’lı yıllarda mümkün oldu. Bu yıllarda TÜBİTAK kuruldu ve kapsamlı kalkınma planları oluşturuldu. 1983’te Türk bilim politikası oluşturularak kazanımlar sistemli ve bütüncül hale getirildi. 1990’lara gelindiğinde bugünün Türkiye’sinin köklü firmalarının temellerinin çoktan atıldığını görüyoruz.

Bu bölümümüzün sonuna gelmiş bulunuyoruz ancak önümüzde daha detaylı değineceğimiz son derece değerli konular da var. Yazının son bölümünden de anlaşılacağı üzere bir sonraki bölümümüzün ana konusu Türk havacılık tarihi ve gelişmeleri olacak. İkinci bölüme kadar sizlere şu sözlerle veda edelim ve bu vesileyle vefatının 85. yılında Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü minnetle analım: “İstikbal göklerdedir. Göklerini koruyamayan uluslar, yarınlarından asla emin olamazlar.”

(Güncellendi: )



Haberi DH'de Gör Yorumlar ve Diğer Detaylar
Whatsapp ile Paylaş

Beğenilen Yorumlar

Tümünü Gör
12 Yorumun Tamamını Gör